Yazan: Abidin Demir
“Biz mor bilmeyiz, yeşil bilmeyiz, gökkuşağı bilmeyiz. Ulusal renk bilmeyiz. Biz iki sınıf biliriz: Burjuvazi ve proletarya. Biz Kızıl biliriz.”

Devrimler, pusulasız gemilere benzemez. Pusulasız bir gemi, rüzgârın insafına kalır, girdaba kapılır ve sonunda sulara gömülür. Devrimci önderlik, sadece bir mücadele aracı değil, o mücadeleyi nereye taşıyacağını bilen bir rotadır. Önderliği olmayan bir devrim, düşmanına teslim olmuş bir ordudan farksızdır.
Lenin, teoriyi yalnızca tartışma konusu yapmak için değil, pratiğe yön veren bir kılavuz olarak sundu. O, tezlerini masaya koydu ve kitleler o tezleri tartıştı. Stalin ise geniş bir çerçevede tartışmaları topladı ve sentezler oluşturdu. Ancak onların başarısı sadece teorik doğruluklarından değil, teorilerini hayata geçirecek örgütsel mekanizmayı inşa etmelerinden de kaynaklandı. Bugün, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketi için kritik soru şudur: Biz hangi rotayı çizeceğiz?
Bazıları devrimi bir doğa olayı gibi algılar; sanki sınıf mücadelesi kendiliğinden olgunlaşacak ve devrim zaferi getirecektir. Oysa tarih, bunun tam tersini göstermektedir. Devrimler, bilinçli müdahale ve örgütlü öncülük olmadan gerçekleşmez. Lenin’in Bolşevik Parti’yi inşa ederken 1903’te başlattığı örgütsel ayrışma, sadece bir taktik değil, devrimci stratejinin temel taşıydı. Parti, devrimci profesyonellerin örgütü olmalıydı. Martov ve Menşevikler ise daha geniş, gevşek bir örgütlenme istediler. Sonuç ortadadır: Bolşevikler 1917’de iktidarı aldıklarında sağlam bir önderlik mekanizmasına sahipti; Menşevikler ise burjuvazinin kuyruğuna takılıp yok oldular.
Mao da Çin Komünist Partisi içinde benzer bir mücadele yürüttü. 1935’te Zunyi Konferansı’nda, Sovyetler Birliği’nden dayatılan çizgiye karşı çıkarak, Çin devriminin özgünlüğünü vurguladı. Komintern’in dogmatik tavsiyelerine karşı, Çin halkının maddi koşullarını ve devrimin dinamiklerini göz önünde bulunduruyordu. 1927’de Çan Kay Şek’in Şanghay’da binlerce komünisti katletmesi, yanlış ittifak politikalarının ağır bedelini gösterdi. Mao, bu hatadan ders çıkararak devrimi Çin’in özgül koşullarına göre yönlendirdi.
Bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinde de benzer bir netlik gereklidir. Devrimci teori, pratiğe kılavuz olmalıdır; ancak teori, güncel mücadeleye göre yeniden yorumlanmalı ve şekillendirilmelidir. Taklitçilik, devrimin mezar kazıcısıdır.
İttifaklar, devrimci mücadelenin kaçınılmaz bir parçasıdır; ancak ittifakları amaç haline getiren her hareket, kendi iradesini kaybetmeye mahkûmdur. Devrimcilik, önce kendi ayakları üzerinde durmayı bilmektir. Bolşevikler 1917’de burjuva Geçici Hükümet’e karşı mücadele ederken, zaman zaman Sol Sosyalist Devrimcilerle ittifak kurdu. Ancak bu ittifak hiçbir zaman Bolşeviklerin bağımsız çizgisini zayıflatmadı.
İbrahim Kaypakkaya, ittifaklar meselesine yaklaşımında, devrimci hareketin kendi bağımsız hattını korumasının hayati önem taşıdığını vurgulamıştır:
“Biz hiçbir millî burjuvaziye ve reformcu burjuvaziye bel bağlamayız. Onların bağımsız bir devrim yapacaklarına inanmayız. Tarih boyunca hep burjuvazi, feodalizme ve emperyalizme karşı işçi sınıfı ve köylülüğün ayaklanmasını bastırmak için ihanet etmiştir. Biz yalnızca proletaryaya, köylülüğe ve kent küçük burjuvazisine güveniriz. Bu temel üzerinde kurulan bir ittifak devrimi zafere götürebilir.”
Bu perspektif, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketi açısından günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Emperyalist güçlerin bölgedeki çıkar oyunları içinde, devrimci hareketin bağımsız çizgisi ne ölçüde korunmaktadır?
Bugün bir kesim, Kürt Ulusal Hareketinin bölgesel planlarına eklemlenerek bir yol ararken, bir diğer kesim de liberal-reformist sapmalara kapı aralamaktadır. Ancak devrimci hareket, her şeyden önce, kendi bağımsız yolunu açmalıdır. Ne emperyalist merkezlerin icazetine ne de reformist hayallere bel bağlamak mümkündür.
Her büyük fırtına, denizi ikiye ayırır: Güçlü olan gemiler yoluna devam eder, zayıf olanlar batmaya mahkûmdur. Bugün devrimci hareketin içinden geçtiği sarsıntılar, zayıf halkaları koparmak ve sağlam olanları güçlendirmek için bir fırsattır.
Lenin, burjuva liberalizminin devrimci söylemlerle maskelenmesini “burjuva liberal fahişelerin, devrim çarşafıyla örtünmeye çalışması” olarak tanımlamıştı. Bugün de benzer bir süreç yaşanmaktadır: Devrimci mücadeleyi araçsallaştıran ve onu emperyalist programlarla bütünleştirmeye çalışan anlayışlar, kendilerini devrimci maskelerle gizlemektedir.
Bolşevikler, 1921’de Kronstadt Ayaklanması’nda, anarşist eğilimli denizcilerin “işçi demokrasisi” adına karşı-devrimci bir çizgiye kaydığını gördüğünde, tereddütsüz şekilde bastırdı. Çünkü devrimci iktidar, romantik söylemlerle değil, örgütlü ve disiplinli bir çizgiyle korunur. Çin Komünist Partisi de Kültür Devrimi sırasında, parti içindeki bürokratik burjuvaziyi tasfiye etmek için mücadele etti. Bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinde de benzer bir iç hesaplaşma kaçınılmazdır.
“Biz mor bilmeyiz, yeşil bilmeyiz, gökkuşağı bilmeyiz. Ulusal renk bilmeyiz. Biz iki sınıf biliriz: Burjuvazi ve proletarya. Biz Kızıl biliriz.”
Devrim, ulusal simgeler ve kimlik politikalarına hapsedilemez. Sosyalist devrim, sınıfsal çelişkileri esas alan bir hattın üzerinde yükselmelidir. Lenin’in ulusal meselelere dair yaklaşımı, sınıfsal perspektifi koruyarak şekillenmiştir.
Bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin önünde iki yol vardır:
- Sığ limanlara sığınarak burjuva siyasetinin kuyruğunda çürümek.
2. Fırtınaya yelken açarak devrimci hattı netleştirmek ve ileri atılmak.
Devrimciler için seçenek bellidir: Ya rüzgârın yönüne kapılmak ya da fırtınayı kendi yönümüz için kullanmak.
Önümüzdeki fırtına, korkakları eleyip cesurları öne çıkaracaktır. Kendi gücüne dayanan, devrimci bağımsız hattını netleştirenler kazanacaktır. Geri kalanlar ise tarihin tozlu raflarında kaybolacaktır. Bugün mesele, gemiyi hangi limana yanaştıracağımız değil, fırtınanın en sert olduğu yere yelken açıp onu kendi lehimize çevirmektir. Devrimciler için yön bellidir: Kızıl bayrak, fırtına ve zafere giden yol!