Yazan: Pavel Korçagin

Siyaset biliminin temel sorunsallarından biri, siyasal iktidarın meşruiyeti ve toplumsal katılım süreçleriyle olan ilişkisidir. Marksist kuramsal gelenek bu sorunsalı, sınıf mücadelesi ekseninde ele alır ve siyasal iktidarı üretim ilişkilerinin üzerinde yükselen bir tahakküm aracı olarak değerlendirir. Ancak, devrim sonrasında iktidarın hangi biçimde yeniden yapılandığı, emekçi sınıfların bu yapı içindeki konumu ve siyasal özneleşme düzeyi, sosyalist dönüşümün niteliğini belirleyen temel parametrelerdendir. Bu bağlamda, devrimci partinin iktidar ilişkilerindeki yeri ve işlevi, proletarya diktatörlüğü kavramının içeriği ve halk kitlelerinin siyasal karar alma süreçlerine doğrudan katılımı, eleştirel bir inceleme gerektirmektedir.
Marksist kuramda devrim, yalnızca iktidarın bir sınıftan diğerine geçişini değil; aynı zamanda üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin, ideolojik aygıtların ve siyasal öznelik biçimlerinin dönüşümünü kapsayan çok katmanlı bir tarihsel kopuştur. Bu kopuş, ancak halk kitlelerinin devrim öncesinde olduğu kadar devrim sonrasında da politik özne konumlarını koruyup geliştirmeleriyle olanaklıdır. Bu nedenle, devrimin sürekliliği, partinin iktidarı tekeline almasıyla değil; emekçi kitlelerin iktidarın doğrudan taşıyıcısı ve kurucusu olmasıyla mümkündür. Halk kitlelerinin öz gücüne dayanarak devrimi örgütleyen ve burjuva iktidarı bir kere yıktıktan sonra kitlelere “ siz şimdi kenara çekilin biz devrimi sizin yerinize yöneteceğiz” diyen bir parti Marksist değildir.
Devrimin ardından partinin kendisini proletaryanın yerine ikame ederek, onun adına hareket eden ve onu yöneten bir üst organ haline gelmesi, tarihsel olarak “proletarya diktatörlüğü”nün içeriğinin boşaltılması anlamına gelir. Lenin’in tanımladığı biçimiyle proletarya diktatörlüğü, yalnızca sınıfsal baskı aygıtı değil, aynı zamanda proletaryanın kendini yönettiği bir iktidar biçimidir. Dolayısıyla bu diktatörlük, ancak emekçi halkın doğrudan katılımı, denetimi ve kolektif karar alma mekanizmalarıyla işler hale gelebilir. Aksi halde, proletarya adına yönetim iddiasıyla hareket eden parti, sınıfı politik özne olmaktan çıkarır ve onu pasif bir nesneye dönüştürür. Çünkü parti bir sınıfın siyasal temsilcisi olsa da sınıfın kendisi değildir. Dahası devrim bir partinin ya da bir zümrenin değil, kitlelerin eseri olarak tarih sahnesine çıkar.
Bu noktada, parti diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü arasındaki ayrım, yalnızca kavramsal değil, tarihsel ve pratik olarak da belirleyicidir. Parti diktatörlüğü, genellikle kitlelerin siyasal karar süreçlerinden dışlandığı, iktidarın merkezileştiği ve bürokratikleşmenin hız kazandığı rejim biçimlerine evrilmiştir. Bu süreç, Sovyet deneyiminde Stalin sonrası dönemde, Çin’de Mao sonrası restorasyon döneminde ya da Doğu Avrupa halk demokrasilerinde açık biçimde gözlemlenmiştir. Her biri, halkın kolektif özne konumunu yitirip, parti aygıtının tahakkümüne boyun eğdiği örneklerdir. Bu durum, Antonio Gramsci’nin kavramsallaştırdığı anlamda hegemonik bir iktidarın değil; zorlama ve ideolojik manipülasyonla sürdürülen bir rıza simülasyonunun hakimiyetidir.
Bu bağlamda Rosa Luxemburg’un uyarısı tekrar hatırlanmalıdır: “Özgürlük yalnızca yandaşların değil, farklı düşünenlerin de özgürlüğüdür.” Devrim, halkın yalnızca ekonomik anlamda değil, siyasal ve ideolojik olarak da özneleştiği bir süreci gerektirir. Eğer halk, devrimden sonra siyasal karar süreçlerinden dışlanır, katılım olanakları ortadan kaldırılır ve iktidar tek merkezde yoğunlaşırsa; bu, devrimin ilerlemesi değil, karşı-devrimci bir biçime bürünmesidir.
Devrim, kitlelerin devletle özdeşleşmesi değil; devletin, kitlelerin doğrudan katılımı yoluyla parçalanması ve dönüşmesiyle anlam kazanır. Paris Komünü deneyiminin Marx tarafından bu kadar önemsenmesi, tam da bu nedenle tesadüfi değildir. Komün, devletin “yukarıdan” bir aygıt olarak değil, aşağıdan inşa edilen bir halk iktidarı biçimi olarak düşünülmesinin tarihsel örneğidir. Komünal örgütlenmeler, Sovyetler, işçi konseyleri gibi taban örgütlenmeleri bu özneleşmenin organik biçimleridir. Parti, bu yapıların koordinatörü olabilir; ancak onların yerine geçmeye başladığında, devrimin ruhuna yabancılaşır.
Sonuç itibariyle, devrim sonrasındaki temel mesele, iktidarın kimde olduğu değil, nasıl işlediğidir. Eğer iktidar halkın doğrudan katılımını dışlar, sorgulanamaz hale gelir ve parti bürokrasisiyle özdeşleşirse, bu durumda devrimci sürecin yönü tersine dönmüş demektir. Gerçek bir sosyalist demokrasi, halkın yalnızca oy veren değil; karar alan, yöneten ve denetleyen bir özne haline gelmesiyle mümkündür. Bu nedenle, devrim sonrası süreçte halkın politik özneliğini kurumsallaştırmayan her parti iktidarı, özünde devrimi değil, onun biçimsel suretini temsil eder.