EMPERYALİZMİN GÖLGESİNDE TÜRKİYE VE SUDAN: SİYASET, SİLAH, SESSİZLİK

Yazan: Mülayim İçten

Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yaşanan siyasal gelişmelerin yalnızca Türkiye’ye özgü iç meseleler olarak ele alınamayacağı açıktır. Özellikle ABD’nin bölgesel çıkarları, Türkiye’nin iç politikasıyla doğrudan bağlantılıdır. Günümüzde Ortadoğu’daki emperyalist çıkarların Türkiye’nin dâhil edilmediği bir biçimde yeniden şekillenmesi mümkün değildir. Bu bağlamda, Türkiye-kuzey Kürdistan’daki mevcut iktidarın, özellikle Erdoğan liderliğindeki yönetimin, ABD’nin bölgesel stratejilerinde önemli bir rol oynadığını söylemek gerekiyor.

Trump yönetiminin otoriter (diktatör) rejimlere verdiği doğrudan destek, emperyalist çıkarların sürekliliğini sağlama amacıyla bu rejimlerin işlevsel araçlar olarak kullanılması, amaçlara çabuk ulaşabilmesini sağlamaktadır. Trump dönemindeki bu doğrudan ve açık ilişki biçimi, önceki ABD yönetimlerinin daha örtülü yöntemlerle sürdürdüğü politikaların aleni hâle gelmesidir. Önceki dönemlerde CIA gibi araçlarla kapalı ve gizli şekilde yürütülmüş bu destekler şimdi Trump tarafından doğrudan açık bir şekilde gerçekleştiriliyor. Bu da sözde demokratik değerleri önceleyen çevrelerde rahatsızlık yaratıyor.

Benzer bir ilişki biçimi Türkiye-Kuzey Kürdistan bağlamında da gözlemlenmektedir. Erdoğan rejiminin otoriterleşme süreci, yalnızca iç dinamiklerle değil, aynı zamanda uluslararası güç dengeleriyle şekillenmektedir. Türkiye burjuvazisi açısından da hem Trump hem Erdoğan gibi figürlerin iktidarda kalması, ekonomik ve jeopolitik istikrar açısından pragmatik bir tercih olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca sosyal-şovenlerin Erdoğan yönetiminden pek de rahatsız olmadığını söyleyebiliriz. Sadece son süreçlerde ‘’bunu da yapmasaydı iyidi.’’ söylemlerle az da olsa dengeli gitmesini istemektedirler.

Türkiye’deki siyasal gelişmelerin emperyalist sistemle olan bu bağı, önümüzdeki süreçte daha da derinleşerek, bölgesel krizlerin ve savaşların doğrudan zeminini oluşturacağını söylesek abartılı olmaz. Emperyalist müdahalelerin ideolojik olarak meşrulaştırılması konusunda çeşitli reformist çevreler, emperyalizmi tanımlama biçimlerini belirsizleştirerek, post yaklaşımlarla ele alması bugün yaşanılan katliamların bir nevi destekleyicisi olmuşlardır. Bunu söylerken öyle çok ağır bir itham olarak söylememekteyiz. Bu gerçekliği hasır altı yapmadan reformist hareketlerin yaklaşımlarıyla buna hizmet ettiğini açık açık söylemek gerekiyor.

Oysa Lenin’in tarihsel çerçevede yaptığı emperyalizm tanımı, hâlâ geçerliliğini korumakta ve bilimsel bir referans noktası sunmaktadır. Bu temel tanımı görmezden gelen birçok siyasi özne, emperyalist ilişkilerin analizinde netlikten uzak durarak belli mertebelerde bizzat bilimsel geçekliğe; anti-komünist bir yaklaşım gerçekleştirerek görmemezlikten geldiler. Bu çizgisiz aparatlara karşın komünist hareketler cılız bir karşılık verdi. Bu cılız yaklaşım bugünün koşullarında da hala devam ediyor.

Oysa mevcut güç dengeleri ve emperyalist aktörlerin davranış biçimleri büyük ölçüde öngörülebilir hâle gelmiştir. Buna rağmen, bazı çevrelerin siyasi pratiğe dair tutumlarında kararsızlık ya da edilgenlik gözlemlenmektedir. Teorik doğrular dile getirilmekte ancak bunların politik pratiğe yansıması çoğu zaman sınırlı kalmaktadır.

Bu çerçevede, dikkat çekmek istediğimiz üç temel başlık bulunmaktadır:

  1. Erdoğan iktidarının pervasız hareketlerinin ardında ABD’nin desteği bulunmaktadır. Ancak kendi içlerinde de çelişkilerin olduğu da bir gerçekliktir. Erdoğan’ın yıllardır ABD’nin bölgesel politikalarını istikrarlı biçimde uygulayan bir figür olduğu, pek çok siyasi analizde yer almıştır. Buna karşın, bazı çevreler hâlâ Türkiye’yi “bağımsız” ya da “güdümsüz” bir aktör olarak değerlendirmekte, hatta zaman zaman emperyalist bir güç olarak nitelendirmektedir. Buna karşı komünist hareketler bu tartışmalara karşı da cılız bir tutum sergilemiştir. Erdoğan’ın ABD güdümlü olduğunu yıllarca tespitinde bulunan Komünist hareketler bu tartışmaların mücadelede kafa karıştırıcılığına karşın aktif rol alamadılar.
  2. Erdoğan’ın ABD için stratejik bir araç hâline gelişi, olası bölgesel müdahalelerle de ilişkilidir. Özellikle İran’a yönelik muhtemel bir saldırı senaryosunda; Erdoğan yönetimi, ABD açısından işlevsel bir konumda değerlendirilmektedir. Bu tespit, yıllardır çeşitli komünist çevreler tarafından yapılmaktadır. Bu tespite karşın anti-emperyalist mücadele hattını örgütleme noktasında zayıf kalınmıştır. Ve hala zayıf kalınmaktadır.
  3. Türkiye’nin silah sanayii alanında geliştirdiği silahlar, uluslararası düzeyde çıkar amaçlı faaliyetlerin aracı hâline gelmiştir. Erdoğan ailesine yakın şirketler, özellikle yarı-feodal ülkelerde silah satışları yoluyla çeşitli savaş suçlarına dolaylı ya da doğrudan ortak olmaktadır. Bu ortaklık emperyalistlerin taşeronluğudur. Komünist hareket bu duruma da dikkat çekmektedir.

Bu üç başlık doğrultusunda şu soruyu sormak yerinde olacaktır: Komünist hareket, bu meseleler karşısında nasıl bir pozisyon aldı ve alacak? Var olan durumlarda doğru tespitlerde bulunan komünist hareketler stratejileri ve buna binaen taktiksel yönelimleri bu tespitlere dönük gerçekleşmemiş- gerçekleştirmemiştir. Avrupa ve orta doğu da güçlü olan (Türkiyeli) komünist hareketler anti-emperyalist cephe örgütlenmelerini, tespitlerine uygun örgütlememiştir.

Geçmişte Libya, Suriye ve Ukrayna savaşlarında anti-emperyalist cephe oluşturulamamıştır. Muhtemel ABD’nin İran işgal planlarına karşın anti-emperyalist cephe oluşturulması gereklidir. Sadece tespit yapmak seyirci kalmaktır. Tıpkı önceki savaşlar gibi! Emperyalistler muhtemel işgal saldırısı için hazırlıklar yaparken, komünistler de anti-emperyalist cephe örgütlenmesi yaparak hazırlıklarını yapmalıdır. Bu tarihsel bir görevdir. Aksi komünist hareketlerinin görevlerini yapmama durumudur. Bu da ciddi bir sapmadır. Aynı zamanda katıksız oportünizmdir.

Açık konuşmak gerekirse, komünist hareketler bu alanlarda kapsamlı ve bütünlüklü bir politik perspektif geliştirmekte zorlanmıştır. Yurtsever hareketlerin yarattığı politik dinamikten etkilenilmesi ve toplumsal gelişmelere sınıf eksenli yaklaşılamaması bunda da bir etkendir. Aynı eksiklik Filistin meselesi bağlamında da gözlemlenebilir. Komünist hareketin, Filistin direnişiyle olan tarihsel bağları güçlü olsa da günümüzde; ABD-İsrail ekseninde süren saldırganlıklara karşı etkili bir anti-emperyalist cephe yaratamamıştır. Bu siyasi gelişmelerde sıkışmıştır.

Bu yazının odak noktası yani yazıyı kaleme almanın nedeni özellikle üçüncü mesele, Türkiye’nin silah ihracatı yoluyla emperyalist savaşlara doğrudan ya da dolaylı biçimde dâhil olmasıdır. Bu durum en son Sudan örneğinde açık biçimde ortaya çıkmıştır. Sudan’da devam eden iç savaş, günümüzün en yıkıcı ve insanlık dışı çatışmalarından biridir. Bu savaşa; Rusya, BAE, Türkiye, ABD ve Mısır gibi devletler ekonomik ve stratejik çıkarlar temelinde müdahil olmaktadır.

Geçtiğimiz haftalarda Washington Post tarafından yayımlanan belgeler, Türkiye’nin Sudan’daki iç savaşa milyon dolarlık silah satışlarıyla dâhil olduğunu belgelemektedir. Aynı haber, Sol gazetesinde de yer bulmuştur:

https://haber.sol.org.tr/haber/abd-basini-turk-savunma-sirketleri-sudan-ic-savasini-korukledi-396623

Bu belgeler yalnızca iktidarın değil, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yaşayan emekçilerin de bu savaşın dolaylı bir parçası hâline getirildiğini göstermektedir. Devlet politikası düzeyinde yürütülen bu ilişkiler, halkın rızası alınmaksızın gerçekleşmektedir.

Bu gelişmelere karşı bir politik gündem yaratılması, kamuoyunun bilgilendirilmesi ve anti-emperyalist bir bilinç oluşturulması gerekirken, bu sorumluluğu taşıması beklenen komünist çevrelerin çoğu sessiz kalmakta ya da tepkisiz davranmaktadır.

Sudan’da yaşananlara karşı etkili bir toplumsal protesto ağı oluşturulmadığı sürece, ileride Türkiye’nin daha büyük çatışmalarda aktif taraf olma ihtimali güçlenecektir. “Milli savunma” adı altında yürütülen sanayileşme politikalarının, aslında emperyalist savaşların altyapısını (taşeronluğunu) oluşturduğunu açık biçimde teşhir etmek gerekir. Bu doğrultuda; sosyal medya, afişleme çalışmaları, yerel forumlar ve sokak etkinlikleri gibi araçlarla kamuoyuna ulaşmak elzemdir.

Eğer bu bilinç bugünden oluşturulmazsa, gelecekteki askeri müdahalelere karşı alınacak tutumun zeminini de yitirmiş oluruz. Bu meseleye dair sessizlik bahsettiğimiz konularla iç içedir. Tasfiyecilik sarmalında sürekli sıkışan komünist hareketler, anti-emperyalist cephenin örgütlenmesinde bir perspektif ortaya koymalılardır. Aksi taktirde sürekli bir tasfiye sarmalı içerisinde tartışmalara boğulması hareketsizliği ve beraberinde karamsarlığı geliştirmektedir.

Sonuç olarak, bugünün siyasal sorunları geleceğin çatışma dinamiklerini şekillendirecektir. Ortadoğu halklarının maruz kaldığı yıkımın boyutu her geçen gün artarken, anti-emperyalist mücadele yalnızca teorik bir söylem değil, somut bir politik organizasyon hâline gelmelidir.

Sudan’da yaşananlara karşı tepki vermek, komünist hareketlerin tarihsel sorumluluğudur. Ve bu sorumluluk, bugün her zamankinden daha yakıcıdır.

Scroll to Top