FEODAL ZİHNİYETİN KAPANINDA: KAYPAKKAYA GELENEĞİNDE DEMOKRATİK İŞLEYİŞİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER ÜZERİNE

Yazan: Abidin Demir

Türkiye’deki Maoist hareket, tarihsel olarak İbrahim Kaypakkaya’nın çizdiği bilimsel devrimci rotanın ardılı olduğunu iddia eden örgütlerle varlık göstermiştir. Ancak bu örgütlerin çoğunda gözlemlenen temel bir açmaz, devrimci demokratik bir yapının içselleştirilememiş olması, daha doğrusu bu yönde ortaya konan iradenin feodal ilişkiler karşısında sürekli zaafa uğramasıdır. Türkiye’nin yarı-feodal toplumsal yapısı göz önünde bulundurulduğunda, devrimci kadroların bu yapının tortularından tamamen arınmadan örgütsel yaşama dâhil olması kaçınılmaz görünmektedir. Sorun, bu durumun doğal kabul edilip edilmemesiyle başlar. Ne yazık ki birçok örnekte, bu feodal tortular yalnızca bir başlangıç zemini olarak değil, doğrudan örgütsel işleyişin kurucu unsurlarından biri olarak yeniden üretilmektedir. 

Bu yeniden üretim süreci, çoğu kez “akrabalık”, “hemşerilik”, “tanışıklık” gibi ilişkilerle meşrulaştırılır ve bu ilişkiler üzerinden örgüt içi karar mekanizmalarında liyakat ilkesinin yerini sadakat alır. Mao Zedung’un “Kültür Devrimi Üzerine Notlar”ında belirttiği gibi, “her yeni şeyin gelişimi, eski şeylerle kıyasıya bir mücadele içinde gerçekleşir ve bu mücadele eskiyi alt edemediği sürece gerçek anlamda yeni olan kendini var edemez.” (Mao Zedung, Yeninin Eskiyle Mücadelesi, Seçme Eserler, Cilt 5) O hâlde, devrimci bir örgütün içsel dönüşümü, toplumsal dönüşümün önkoşuludur; çünkü toplumun kendisi hâlâ eski olanla kuşatılmıştır. 

Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde aile yapısının tarihsel bir kurgu olduğunu, özellikle ataerkil geniş ailelerin ilk mülkiyet biçimleriyle birlikte sınıflı topluma geçişte temel rol oynadığını belirtir. Bu yapıların özünü teşkil eden bağlar, mülkiyeti, iktidarı ve karar hakkını belirli soy bağları üzerinden aktaran, “kan ilişkisi”ni her şeyin önüne koyan mekanizmalardır. Engels şöyle der: “Aile, modern toplumun içinde özel mülkiyetin aktarım mekanizması olarak biçimlendiğinde, kadının köleleşmesini ve çocukların itaatini kalıcılaştırdı.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, s. 109) Bugün feodal zihniyetin modern izdüşümü olan “akraba kayırmacılığı”, sadece devlet mekanizmasında değil, ne yazık ki devrimci olduğunu iddia eden yapılarda da karşılığını bulabilmektedir. Bu, Engels’in tahlil ettiği ilkellikten farklı olarak artık bilinçli bir tercihtir; çünkü devrimci bilinç iddiasında olanlar, bu bağımlılığın doğasını çözümleyebilecek donanıma sahiptir. 


Kaypakkaya, daha 1972’de kaleme aldığı çözümlemelerinde bu tür ilişkilerin devrimci mücadeledeki olumsuz etkilerini açıkça tespit etmişti. Onun Kemalizm, ulusal mesele ve feodalizm üzerine analizleri, yalnızca devletin karakterini değil, halkın içindeki gerici bağların nasıl yeniden üretildiğini de gösterir. Feodal kalıntılara karşı yürütülen mücadelenin yalnızca toprak ağalarına karşı değil, zihniyet düzleminde, örgüt içindeki anlayışlara karşı da verilmesi gerektiğini kavramıştı. “Köylülüğün feodal bağlarla kuşatılmış olması, bizim mücadelemizin de bu bağlara karşı yürütüleceğini gösterir. Akrabalık, hemşerilik gibi bağlar, politik kriterlerin önüne geçtiğinde devrimci çizgi tahrip olur.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 186)

Ancak feodal kalıntılar yalnızca dikey yapılarla sınırlı değildir. Örgüt içinde yatay biçimde gelişen, ortak geçmişe ya da duygudaşlığa dayalı dar grupçu klikler de en az feodal bağlar kadar tahripkârdır. Bu klikler, çoğu zaman ideolojik birlikten çok kişisel yakınlıklar temelinde şekillenir ve kendi siyasal zeminlerini, örgütü yapılandıracak tek irade olarak dayatırlar. Böylece hem örgüt içi kolektif denetim mekanizmaları devre dışı kalır hem de klik dışı kadroların önünü açacak nesnel bir değerlendirme süreci işlemez. Bu yapılar, örgüt içindeki farklılıkları kişiselleştirerek bastırır; öne çıkmaya çalışan her kadroyu soyut ve keyfi bir “sorunlu kişilik” yaftasıyla ya pasifize eder ya da tasfiye eder. Mao’nun tam da bu duruma ilişkin şu uyarısı dikkat çekicidir: “Bazı yoldaşlar, farklı düşünen herkesi ‘karşı’ olarak damgalıyor. Bu bir sınıf mücadelesi tarzı değildir, küçük burjuva otoriterliğidir. Gerçek düşmanla mücadele edilmezken, düşünsel ayrılıklar düşmanlık gibi gösterilir.” (Mao Zedung, Parti İçindeki Doğru İlişkiler Üzerine, Seçme Eserler, Cilt 3) 

Lenin ise “Ne Yapmalı?”da bu tür grupsal oluşumların devrimci örgütün kolektif aklını nasıl çürütebileceğini açık biçimde ifade eder: “Örgüt içinde kişisel ilişkilerle belirlenen klikler, politikadan çok dedikoduyu, örgütsel işleyişten çok hizip çıkarını önceleyecektir. Böyle bir ortamda proletaryanın devrimci bilinci gelişemez.” (V. I. Lenin, Ne Yapmalı?, İnter Yayınları, s. 112). Engels de benzer bir biçimde, “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” adlı eserinde sınıf içi hizipçiliğin sistematik bir hastalık hâline geldiğini, sınıfın çıkarlarını temsil eden kolektif yapılardan ziyade kişisel yakınlıkların örgütleri yönlendirmesinin işçi hareketini nasıl felce uğrattığını vurgular. 

Bu durumun yalnızca bir ahlaki bozulma ya da kişisel tercih meselesi olmadığı açıktır. Sorun, doğrudan doğruya ideolojik ve politik bir sorundur. Feodal değerlerin ya da yatay klik anlayışlarının kolektivizmin yerine geçirilmesi, kitlelerin değil, dar grup çıkarlarının merkez alınması; halk demokrasisi yerine bir çeşit “klik içi demokrasi”nin inşa edilmesidir. Bu yüzden çözüm, sadece kişisel bir bilinç yükseltmesiyle değil, örgütsel düzlemde ideolojik ve yapısal dönüşümle mümkündür. 

Ne yapılmalıdır? Her şeyden önce, devrimci örgütlerde kadro belirleme, görev verme ve önderlik mekanizmaları mutlak biçimde siyasal liyakat üzerinden işletilmelidir. Mao’nun Kültür Devrimi’nde belirttiği gibi, “Parti’nin içinde küçük burjuva etkilerine karşı mücadele etmeden proletarya diktatörlüğü uzun süre korunamaz” (Mao Zedung, Kültür Devrimi Konuşmaları, s.87) Dolayısıyla kadro politikası sadece teknik yetenek değil, sınıfsal ve ideolojik duruş, hatalara karşı gösterilen devrimci irade ve kolektif üretime katkı esas alınarak şekillenmelidir. Aksi hâlde örgütler, toplumun dönüştürücü gücü değil, toplumun gerici kodlarının yeniden üretim alanı olmaktan öteye geçemez. 


Sonuç olarak, Kaypakkaya çizgisi iddiasındaki örgütlerin, bu çizgiyi yalnızca semboller, resimler ve sloganlarla değil; öz-eleştirel, devrimci bir iradeyle yaşatmaları gerekir. Aksi hâlde, geçmişin zincirleri yalnızca bireyleri değil, devrimi de esir alır. Bu zincirleri kırmak, her yoldaşın ve her kolektifin tarihsel sorumluluğudur. 

Görsel: Käthe Kollwitz’e aittir.

Scroll to Top