Yazan: Pavel Korçagin

İbrahim Kaypakkaya’nın teorik mirası, Türkiye devrimci hareketinde yalnızca tarihsel bir figür olarak değil, aynı zamanda Marksist yöntemin yerel koşullara uygulanışının nadir bir örneği olarak değerlendirilmelidir. Ne var ki, onun adı etrafında şekillenen politik tartışmalar, yıllar boyunca esasen biçimsel ve yüzeysel bir zeminde yürütülmüş, böylece Marksist yönteme olan sadakati değil, sembolik aidiyetler sorgulanır hale gelmiştir.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına ilişkin analizleri, Kemalizm’i enderinden ifşası, ulusal soruna yaklaşımı vb. bu bağlamda ideolojik bir silah olarak kullanılmıştır. Uzun yıllar Kaypakkaya’nın ülkeyi yarı feodal-yarı sömürge tanımlaması, bilimsel bir tespite değil bir dogmaya dönüştürülmüştür. Oysa Marksizm bize, her tahlilin tarihsel olarak koşullandığını ve somutun somut analizine muhtaç olduğunu öğretir. Kaypakkaya’nın tespitleri onun tarihsel koşullardaki devrimci pratiğine içkindir. Onu anlamak biçimi tekrarlamak değil, yöntemini kuşanmakla mümkündür. Aksi yaklaşım, Marksist yöntemin özünü kavramaktan uzak, dogmatik bir ideolojik darlaşmanın ürünüdür. Kaypakkaya’yı yaratan ne tahlillerinin doğruluğu ne de kavramların mutlaklığıdır; onu özgün ve tarihsel kılan şey, Marksist diyalektiğin koşullara uygulanmasındaki ısrarı ve cesaretidir.
Bir devrimci önderin kimliğini tayin eden, tarihsel materyalizmin ışığında geliştirdiği pratiğidir. Eğer Kaypakkaya’nın bazı çözümlemeleri tarihsel olarak eksik veya hatalı olsaydı dahi, bu durum onun komünist karakterini zedelemezdi. Zira O, Marksist yöntemin korkusuzca ülke gerçekliğine uygulayan, düşünsel zincirleri kırarak kutsal bilinen doğmaları yerle yeksan eden bir Marksist’tir.
Kaypakkaya yıllarca bu biçimsel meseleler üzerinden tartışıla geldi. İbo’nun özü ve içeriği iğdiş edildi. Tamda bu nedenledir ki, gelenek tarihin hiçbir kesitinde kimi küçük parıltılar dışında kurumsal anlamda komünist bir önderlik çıkaramadı. Kaypakkaya’nın bize bıraktığı en büyük miras – ki bu aynı zamanda onun özüdür – Marksist yöntem bilimini yaşadığı ülkeye uygulama becerisidir. O, tarihin karanlık kuytusunda kalan her şeye tarihsel materyalizmin fenerini korkusuzca tuttu. Kemalizm konusundaki berraklığı, sosyo- ekonomik yapı tahlili, dahası tezlerinin tamamı sadece birer sonuçtur, biçimidir. Onun diyalektik aklı bütün bunların çok ötesindedir. Kaypakkaya’nın bir doktrin ya da bir doğma olmadığı hakikati tam da bu diyalektik akla yaslanıyor. Onu bu doğru sonuçlara götüren şey, diyalektik tarihsel materyalizm dediğimiz Marksist yöntem bilimini derinden kavramasıdır. Onu kategorik olarak konuşa götüren öz budur. Ve bizim ondan öğreneceğimiz şeyde tam olarak bu özdür.
Bugünün devrimci kuşakları açısından esas mesele, Kaypakkaya’nın teorik derinliğinin ne ölçüde kavrandığıdır. Ne yazık ki, yeni kuşaklar Kaypakkaya’yı, bilimsel sosyalizmin yöntemsel derinliğinden çok, mitolojik bir figür olarak algılamaktadır. Onu bir komünist önder olarak değil, sembolik bir direnişçi, ser verip sır vermeyen mitolojik bir kahraman olarak görüyorlar. Sanki gerçekten hiç yaşamamış gibi… Bir mit, bir efsane gibi… Yeni nesille tek ortak yanımız bu sanırım. Biz nasıl yıllarca onu biçimsel bir zeminde tartıştıysak, yeni nesilde Onu biçimsel bir şekilde anlıyor. Kimileri içinde önder yoldaştan geriye sadece kasketi kaldı. Komünist önder Kaypakkaya’nın yoldaşıyız demekten imtina edip, o kasketlinin yoldaşıyız diyorlar, inkarın yuvalandığı dilleriyle.
Bu mesele basite indirgenecek bir durum değildir. Çünkü Kaypakkaya’nın unutturulması sıradan bir yol sapması değil, tasfiyeci aklın bilinçli bir tercihidir. Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi bu anlayışın muktedirleri, sağ pasifizmin zehirli sularını bu geleneğin arklarına taşıyan tasfiyecilerdir.
Önce bu geleneğin tarihsel hafızasıyla, ideolojik kodlarıyla oynadılar. Sonra diline jargonuna el attılar. Tarihsel hafızası olmayan bir halk yok hükmündedir. Geleceği inşa eden bilincin kökleri geçmiş hafızanın sularından beslenir, beslenmek zorundadır. Orman koruma memuru üniformasıyla bu kökleri kestiler önce. Dilimize demirci törpüsü ile saldırdılar. Sınıf savaşının yerini demokratik mücadele, kavganın yerini uyum, Marksist devlet anlayışının yerini liberal devlet anlayışı aldı. Kendi dilleri, kendi kültürleri, kendi olmayan hafızaları ile geldiler. Ve bütün genetik formasyonunu direnmekten alan kültürümüzü, dilimizi, hafızamızı tasfiye ettiler. Her şeyi unutturdular. Şehit kavramını dahi tartışmaya açarak, “canını verenler daha doğru bir tanımlamadır” dediler. Bir kavga uğruna ölen bir insan sadece canını mı vermiş oluyor gerçekten. Oysa candan vazgeçmek en kolayıdır ölen insan için. Kimi yoldaş çocuğunu bıraktı ardında, kimi mahallesini, kimi ailesini ve sevdiklerini. Geleceğinden vazgeçti kimi gencecik insanlar, ömrünün baharını armağan ettiler bu geleneğe. Bir can nedir ki bütün bunların yanında. Ve bütün bunları anlatamazsın kafasının içi örümcek yuvasına dönmüş olana.
Duruşlarıyla dahi insanları etkileyen büyük devrimcileri tarihsel birer nostaljiye çevirdiler zihnimizin sokaklarında. Eskiye duyduğumuz özlem, o kültüre, o ahlaka, o adalet anlayışına, o korkusuzluğa, ez cümle bizi biz yapan o sevdayadır. Dinlediğimiz marşlar, ezgiler, o eski türküler bizi geleceğe değil alıp eski günlere götürüyorsa eğer, biz yanlış yerde durduğumuz içindir. Bize ait olmayan bir zaman ve mekânda yaşamanın sanrısıdır bizi eskilere götüren. Çünkü geçmişin o görkemli çınarlarıyla, uçurum diplerindeki o koca ardıçlarla inşa etmeye çalıştığımız geleceğin köprüsünü kestiler. Geldiler ve kavganın tam ortasına uzlaşmacılığın büstünü diktiler. Şimdi ise Kaypakkaya’nın özünü yine Kaypakkaya’nın kasketi ile örtmeye çalışıyorlar.
İşte bu tasfiyeci yönelim, bu geleneğin tarihsel hafızasını ve ideolojik kodlarını hedef almış; politik dilinden simgelerine kadar her şey metalaştırılmıştır. Bir halkın tarihsel belleği silindiğinde, devrimci kültürü de direniş refleksi de zamanla körelir. Bugün devrimciliğin içini boşaltan şey, yalnızca devlet baskısı değil; geçmişe dair kurulan duygusal bağların bile romantizme indirgenmiş olmasıdır.
Kuşkusuz tarih bu günleri de yargılayacak. Ve sadece yanlış olanı değil, yanlışa karşı susanlarda tarihin yargılananlar sandalyesinde yerini alacaklar. Çünkü tarihin sarsılmaz yasası böyle işliyor…