KUANTUM DİYALEKTİĞİ: EİNSTEİN’DAN MARKSİZM’E YENİ BİR FELSEFİ UFUK

Pavel Korçagin

Einstein’ın görelilik kuramı ile klasik fiziğin atomcu yaklaşımı, 20. Yüzyılın başında doğa bilimlerinde büyük bir devrim yaratırken, aynı dönemde kuantum fiziğinin doğuşu tüm bu kuramları yeni bir zeminde tartışmaya açtı. Newtoncu evren tasarımı, maddenin mekanik ve öngörülebilir davranışlar sergilediği, determinizme dayalı bir evrendi. Einstein’ın görelilik kuramı, zaman ve mekânın mutlak değil göreli olduğunu ortaya koyarak klasik fiziği sarsarken, evrenin yapısına dair çok daha sofistike bir anlayış getirdi. Ancak yine de Einstein, determinizmi savunmaya devam etti: “Tanrı zar atmaz” diyerek kuantum kuramının belirsizlik ilkesine itiraz etti. 

Oysa kuantum fiziği, atom altı dünyada determinizmin işlemediğini gösterdi. Parçacıkların aynı anda birden fazla durumda bulunabilmesi (süperpozisyon), bir parçacığın durumunun başka bir parçacığı anında etkileyebilmesi (dolanıklık) ve ölçüm sürecinde gözlemcinin sistem üzerindeki etkisi, doğanın çok daha karmaşık ve etkileşimli bir yapıya sahip olduğunu gösterdi. Kuantum fiziği, klasik fiziğin “nesnel gerçeklik” anlayışını yerinden ederek, gözlemci ile gözlenenin birbirine içkin olduğunu, gerçekliğin mutlak değil ilişkisel olduğunu ileri sürdü. Einstein’ın evreni büyük ölçüde deterministik yasalarla çalışan bir makine gibi tasavvur etmesine karşılık, kuantum kuramı evreni potansiyellerin, olasılıkların ve belirsizliklerin alanı olarak yeniden yorumladı. Bu durum sadece fizik bilimi için değil, felsefe ve toplumsal düşünce açısından da köklü sonuçlar doğurdu.

Marksizm, diyalektik materyalizme dayanır. Yani doğanın, toplumun ve düşüncenin çelişkilerle geliştiği, bu çelişkilerin birliğinin hareketin ve değişimin kaynağı olduğu kabul edilir. Kuantum fiziğinin çelişkiyi, belirsizliği ve çokluğu doğanın temel yasaları olarak ortaya koyması, Marksist felsefenin temel önermeleriyle çarpıcı biçimde örtüşür. Özellikle mekanik materyalizmin ve pozitivizmin sınırlarını aşan bu yaklaşım, Marksist düşüncenin 21. Yüzyılda daha ileri taşınmasına  zemin sunar. 

Kuantum fiziğinin gözlemciyi sistemin parçası haline getirmesi, epistemolojik bir kırılma yaratır. Artık nesne pasif olarak gözlenemez; özne ile nesne birbirine içkindir. Bu yaklaşım, Marksizmin bilgi anlayışıyla (özellikle Lenin’in “pratik içinde doğrulanan bilgi” anlayışıyla) örtüşür. Dolayısıyla kuantum epistemolojisi, bilimsel sosyalizmin bilgi kuramına daha açık, çoklu, olasılıklı ve yaratıcı bir zemin sunar. 

Kuantum teknolojilerinin gelişimi (kuantum bilgisayarlar, kuantum iletişim sistemleri, yapay zekâ destekli simülasyonlar) aynı zamanda üretim ilişkilerinde yeni bir dönüşümü tetiklemektedir. Bilişsel emek, algoritmik üretim ve kolektif zeka gibi kavramlar klasik işbölümünün yerini almakta; üretim sadece maddi değil, bilişsel ve etik-politik bir etkinliğe dönüşmektedir. Bu yeni üretici güçler, kapitalist sistem içinde giderek daha çok çelişki yaratmakta ve bilimsel sosyalizmin yeni bir inşa hattına duyulan ihtiyacı ortaya koymaktadır. 

Bilgi ve bilişim, bugün kapitalist sistemde sadece üretimin değil, tahakkümün de en güçlü araçları haline gelmiştir. Kuantum temelli teknolojiler, askeri yazılımlardan biyopolitik gözetim ağlarına kadar çok geniş bir yelpazede kullanılırken; bilgi, artık metalaşmış, paketlenmiş ve satılabilir bir form kazanmıştır. Bilgi üretimi, sadece bilimsel bir faaliyet değil; doğrudan sermaye birikimi sürecinin parçasıdır. Facebook, Google, OpenAI gibi kurumlar veriyi, algoritmaları ve kolektif zihinsel emeği özelleştirerek yeni bir dijital sömürü rejimi yaratmaktadır. Bu bağlamda bilgi, bir özgürleşme aracı olmaktan çok, sermayenin ideolojik ve teknik tahakkümünün dayanağı haline gelmiştir.

Bu bağlamda bilimsel sosyalizmin  inşasında kuantum fiziği üç temel düzeyde rol oynar: İlki, ontolojik düzeydir. Kuantum fiziği, evrenin mutlak belirlenimlere göre değil, olasılıklara ve ilişkisel yapılara göre işlediğini ortaya koymuştur. Bu durum, toplumsal değişimin de düz çizgisel, mekanik ve kaçınılmaz değil; çelişkilerin yarattığı potansiyellerin örgütlenmesine bağlı olduğunu gösterir. Devrim artık tarihin doğal sonucu değil; tarihsel öznenin yaratıcı eylemiyle mümkün olan bir olasılık haline gelir. 

İkincisi, epistemolojik düzeydir. Bilgi, artık dış dünyayı yansıtan pasif bir süreç değil; özne ve nesnenin etkileşiminden doğan bir üretim halidir. Bu, toplumsal bilincin ve devrimci örgütlenmenin de yeniden düşünülmesini zorunlu kılar. Özellikle emek sürecinin bilişsel ve ilişkisel karakter kazanması, klasik üretim-tüketim diyalektiğini aşan yeni bir kolektivizmi gündeme getirir. 

Üçüncüsü, politik düzeydir. Kuantum teknolojileri şu an kapitalist tekellerin denetiminde şekillenmektedir. Bu teknolojiler; büyük veri, yapay zekâ ve algoritmik tahakküm aracılığıyla yeni bir dijital sınıf düzeni üretmektedir. Bilimin özel mülkiyetten kurtarılması, bilimsel emeğin toplumsallaştırılması ve kuantum teknolojilerinin özgürleşimci amaçlarla kullanılması, yeni bir sosyalist programın temel başlıkları haline gelmelidir. 

Kuantum diyalektiği aynı zamanda devrimci strateji için de yeni olanaklar sunar. Toplumlar aynı anda birçok potansiyel durum taşıyabilir (süperpozisyon); bu potansiyellerden hangisinin gerçekleşeceği, öznel müdahaleye bağlıdır. Devrimci strateji, çelişkilerin kesişme noktalarını sezebilmeli, sıçrama anlarını yakalayabilmelidir. Belirsizliği yönetebilen, yaratıcı ve kolektif bir özneye ihtiyaç vardır. 

Sonuç olarak, kuantum fiziği ve Marksist diyalektiğin kesişiminde yeni bir felsefi, bilimsel ve politik ufuk açılmaktadır. Bilimsel sosyalizmin yeniden inşası, çağın bilimsel gerçekliğiyle uyumlu, etik-politik sorumluluğu yüksek ve yaratıcı bir toplumsal tahayyüle dayanmak zorundadır. Geleceğin devrimci hareketi; belirsizlikten korkmayan, çelişkileri yönetebilen ve çokluğu örgütleyebilen bir bilinçle inşa edilecektir. 

Scroll to Top