Yazan: Bager Rayber

Marx ve Engels yoldaşlar; 1848’de kapitalist sistemin doğa ve insanlık yaşamında yaratmış olduğu örgütlü sömürü, yağma, katliam ve her türlü tahakküm biçimlerine karşı; insanlığın ve doğanın özgürleşebilmesi için proletaryanın devrimci rolünü oynayarak zora dayalı devrimci bir mücadeleyle ancak siyasal iktidarın ele geçirilebileceğini ortaya koydukları, Komünist Parti Manifestosunu yazdılar. O günden bugüne kadar dünya üzerinde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Nitekim ilerleyen zamanlarda, farklı coğrafyalarda yaşanan devrimci pratikler de bu durumun aynı şekilde devam etmeyeceğini gösterdi. Öyle ki, bilimin çıplak gerçekliğine yaslanan Marks ve Engels; düşüncenin maddeyi değil, maddenin düşünceyi biçimlendirerek onun zaman içerisindeki yolculuğu esnasında asla durağanlık yaşamadığını, maddenin kendi bağrında taşıdığı çelişki ve çatışma sonucunda yıkım ile yeniden inşanın birbirini tetikleyerek, yeni şeylerin doğumunu oluşturan özün ana kaynağını, yani diyalektiği; geçmişin idealist ve metafiziksel hastalıklı tortusundan arındırıp onu devrimci materyalist yöntem ile birbirini tamamlayan bir bütün haline getirdiler. Yani diyalektiği, sağlam bilimsel temeller üzerinden, zamanın ruhuna uygun, yeniden, sürekli kendini yenileyen ve gelişen bir yapıyla inşa ettiler. Bu salt sade bir ideolojik ya da teorik bir yorumla değildi. Kapitalist sistemin artı değer sömürüsüne yaslanan iktisadi ilişkiler biçimi ile, bu biçimi kitleler içerisinde sürekli canlı tutan, kapitalist hegemonyanın himayesi altında bulunan; aile, din, kültür, eğitim, sanat, felsefe, cinsiyet eşitsizliği ve insan merkezci türcü düşün dünyasına ret ve bir başkaldırıydı. Tekçiliği körükleyerek kan ve irinden beslenen gerici sınıf egemenliğine bu radikal karşı koyuşu inşa ettiklerinde, kapitalist sistemi yorumlamakla yetinmeyip, onun mutlak zorunlu pratik bir devrimle yıkılarak değiştirilmesi gerektiğini ve bunu da dünyanın tüm ezilenlerine enternasyonal birlik çağrısı yapıp, net bir durum berraklığıyla ifade ettiler; “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
İlkel komünalden köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma kadar “Bütün toplumlar tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” Ortaya çıkan tüm devlet biçimleri ve bu devlet biçimlerinde var olarak büyüyüp, gelişen toplumlar, bu toplumlara ait sosyal, kültürel ve iktisadi ilişkiler, sınıflı toplumlar tarihinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Geçmişten günümüze devam eden gerçeklik buydu. Bu toplumlar tarihinin su götürmez diyalektik bir gerçekliğidir. Bu bilimsel tarihsel diyalektik gerçekliğe sırtını dayayan Marks ve Engels, 1831’de Fransa Lyon İşçi Ayaklanması ile 1832-42 yılları arasında İngiltere’deki işçi hareketlerinin Avrupa’nın diğer bölgelerine olan etkilerini yakından gözlemleyerek, kapitalist sistemin anarşiden beslenen çarpık ve eşitsizliğe dayalı ekonomi çelişkilerini bir başka ifade ile üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki antagonist çelişkisini ve aynı zamanda işçi sınıfının bu durum karşısındaki pratiğini en ince detaylarına kadar inceleyerek, sistemi ve o sistemin kitle üzerindeki etkilerini çözümlediler. Çalışmalarında; özel mülkiyetin lağvedilerek, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını, böylece işçi sınıfını mülksüzleştiren azınlığın mutlaka mülksüzleştirilmesi gerektiğini ifade ettiler. Akabinde; kapitalist sistem işçi sınıfını sömürürken aynı zamanda, er ya da geç, sınıf bilincini kazanarak kendisini yok edecek olan proletaryayı da ortaya çıkaracağını eklediler. Kapitalist üretim tarzının evrimsel bir sonucu olarak proletaryanın iktidarı mutlaka ele geçirerek sosyalizme sosyalizm aşamasından sonra ise komünizme varılacağını detaylarıyla açıkladılar. Sonraki süreçte 72 gün süren 1871 Paris komün deneyimine dikkat kesildiler ve gördüler ki; proletaryanın doğru teori, araç yol ve yöntemler ile donandığında devrimci ayaklanışının nasıl sıçramalara evrileceği, berrak bir su gibi insanlığın gözleri önünde, Paris’te komün önderliğinde akıyordu. Marx ve Engels yoldaşlar, insanlık tarihindeki bu ilerici bilinç patlamasının kendi eserlerinde de bahsettikleri proletarya diktatörlüğünün tam da kendisi olduğunun, ezilenlerin, o yoksul dünyasına gururla haykırdılar. Bu durum Marksizmin ilk nitel aşamasıydı.
Devam Edecek…