MEŞRUİYETİN GÖLGESİNDE DALKAVUKLUK VE KRİMİNALİZASYON PRATİĞİ

Yazan: Mülayim İçten

Örgütsel bir kopuş süreci yaşamış ve bu durumu kasıtlı olarak görmezden gelerek sağ hataların faturasını üstlenmeyen bir önderlik; birkaç makam hırsına kapılmış ve bu hırsı ideolojik bir çizgi olarak sahiplenmiş unsurlarla birlikte; dar, dogmatik ve katı bir parti anlayışına yaslanarak kendi meşruiyetini inşa etmeye çalışmaktadır. Bu yaklaşım hem teorik hem pratik düzlemde derin bir ideolojik tıkanmaya işaret etmektedir.

İbrahim Kaypakkaya’nın konuya dair tarihsel ifadesi bu bağlamda hâlâ geçerliliğini korumaktadır:

“Hizipçi ve bölücü olanlar, revizyonist çizgide ısrar edenlerdir. Bütün eleştirilere rağmen hatalarını düzeltmeyenler, düzeltmemekte ısrar edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, samimiyetle özeleştiri yapmak yerine, yalnızca çok sıkıştıkları zaman revizyonist özü yeni bir biçimle kamufle edenlerdir. Kendilerine eleştiri yönelten kadrolardan örgütün imkânlarını esirgeyenler, kendilerine yağcılık ve dalkavukluk yapanlara ise tüm imkânları sunanlardır. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içinde körü körüne itaati, dalkavukluğu ve sırt sıvazlamayı teşvik edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerine gelince her şeyi iyi, başkalarına gelince her şeyi kötü gösterenlerdir.”
Bütün Eserleri, Umut Yayıncılık, s. 454

Bu ifadelerin bugün hâlâ geçerliliğini koruması, mevcut kadro pratiklerinin içinde barındırdığı yapısal sorunların boyutunu göstermektedir. Örgütsel bilinçten uzaklaşan, eleştiriye kapalılığı ilke hâline getiren ve buna karşılık dalkavuklukla iç içe geçmiş bir biçimde yükselen bireyler; sağ tasfiyeci çizginin ya açık ya da örtük biçimde savunuculuğunu yaparken, ne yürütülen süreçleri sistematik bir perspektifle ele almakta ne de kendi ideolojik konumlanışlarını eleştirel bir sürece açmaktadır. Bu eğilim, zamanla partinin devrimci doğrultusundan sapmasına ve onun yerine parti fetişizminin pekişmesine neden olmaktadır.

Bu tıkanma, yalnızca bugünkü önderlik pratiklerinin bir sonucu değil; aynı zamanda geçmişten bugüne süregiden yapısal bir sorunun güncel tezahürüdür. Özellikle, Parti içerisinden sol oportünist bir yaklaşımla kopan gruplar, bugün partinin sağ oportünist çizgisinin yegâne kaynağı olarak öne çıkmaktadır. Bu durum, yalnızca geçmişin ideolojik ayrımlarına değil, bugünkü çıkar ilişkilerine ve klikleşmeye dayalı yönelimlere işaret etmektedir.

Bugün bu çizgi, neredeyse tümüyle kendi dar menfaatlerini önceleyen, klik biçiminde örgütlenmiş ve parti içi demokrasiyi ortadan kaldırmış bir yapıya evrilmiştir. Bu yapı, yalnızca kendisinin meşruiyetini korumaya odaklanmış; her iki yılda bir yaşanan kopuşları ve bölünmeleri tasfiyecilik adına olağanlaştırmıştır. Sürecin temelini oluşturan “güç zehirlenmesi” olgusu, dış saldırı iddialarıyla meşrulaştırılmakta; taban, bu söylemler üzerinden konsolide edilmekte, örgüt içi sorumluluklar ise ihmal edilmektedir.

Aynı kadrolar, kendi pozisyonları sarsıldığında mağduriyet pozisyonuna bürünmekte ve devrimcilik adına meşrulaştırılan bir siyasi söylemle kendilerini aklamaya çalışmaktadır. Ancak gerçekte, bu kadrolar koltuklarını korumak adına her tür yöntemi mubah görmekte, sol oportünist kopuşlara neden olmakta ve mevcut dağınıklığın başat sorumluluğunu taşımaktadır.

Aynı mantalite kendinden kopan olguları kitlelerin önünde tanımıyor fakat alttan alta da bir ilişki götürüyor. Ve ilişki boyutu manipülasyona açık; kitlelerden kopuk ve düzensiz bir yapı da kendisini inşa ederek, anti-Marksizm pratiği uyguluyor. Bir maddenin varlığını bilinçli biçimde görmezden gelmek, yalnızca politik değil, teorik düzeyde de diyalektiği iğdiş etmek anlamına gelir. Bu bağlamda, bilimsel diyalektiğe tarihsel karakterini kazandıran Marx ve Engels’in yöntemsel mirası hatırlanmalıdır. Bir olgunun mevcut hâlini, gelişim sürecini ve potansiyel dönüşümünü yok saymak; o olgunun içsel dinamiklerini, bileşenlerinin birbirleriyle etkileşim biçimlerini ve tarihsel yönelimini tümüyle göz ardı etmektir.

Bu durum, günümüzde örgütsel pratiğin çeşitli biçimlerinde kendini göstermektedir. Bazı çevreler, politik süreçleri parçalı biçimde ele alarak bütünsel gerçekliği perdelemektedir. Bu yaklaşım, özünde metafizik ve anti-diyalektiktir. Nasıl ki bir senfoni orkestrasını yalnızca bireysel enstrümanlara indirgeyerek dinlemek, eserin armonik yapısını kavramayı engelliyorsa; politik süreci de yalnızca tekil olaylar ve kişiler üzerinden analiz etmek, bütünü anlamaya imkân vermez. İşte bu parça bütün ilişkisini bildiğimiz halde kasıtlı bir yöntem ve istenç durumudur.

Oysa komünist bir partinin görevi tam da bu tür bütünlüklü ilişkileri çözümlemek, çelişkileri diyalektik yöntemle kavramak ve mücadele çizgisini buna göre biçimlendirmektir. Sağ tasfiyeci çizginin yarattığı yapısal sorunları tartışmaya açmak yerine bu sorunları ideolojik olarak meşrulaştırmak; doğrudan kendini kutsayan, eleştiriye kapalılığı esas alan idealist bir yönelimdir. Bu ne yazık ki bugünün meşru çizgisidir.

Bu noktada, sözde “kaypakkayacılık” olarak kendini sunan çizginin, aslında “revizyonizm” olarak nitelendirilebilecek bir içerik taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Bu çizgi, Kaypakkaya’nın devrimci mirasını yalnızca biçimsel düzeyde sahiplenmekte, onun sınıf temelli ve anti-revizyonist hattını içselleştirmek yerine dogmatik bir figürleşmeye indirgemektedir. Böylece eleştiri ve öz eleştiri mekanizması felç edilmekte, teori ile pratiğin bağı kopartılmakta ve örgütsel hayat şekilsizleşmektedir.

Bu gelişmelerle birlikte, mevcut pratik içerisinde demokratik yolların kapatılması, parti dışına çıkmış güçlerin yalnızlaştırılması ve hatalarıyla yüzleştirmek yerine bu güçlerin dolaylı biçimlerde manipüle edilmesi süreci derinleştirmektedir. Bu anlayış, tarihsel olarak komünist partilerin benimsediği ilke ve yöntemlerle kesin bir çelişki içerisindedir. Göz göre göre hata yapılmasını beklemek ve bunu meşruiyetin zeminine dönüştürmek; açık bir pragmatizm, daha doğrusu hesaplı bir hizipçiliktir.

Bu noktada İbrahim yoldaşın sözleri bir kez daha hatırlanmalıdır: “Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerine gelince her şeyi iyi, başkalarına gelince her şeyi kötü gösterenlerdir.” Bu anlayışın temelinde, kendi politik çizgisini mutlaklaştırma arzusu, karşıt her görüşü dışlayıcı biçimde kriminalize etme pratiği ve ideolojik açıdan tartışmaktan çok bastırmaya dayalı bir yöntem bulunmaktadır. Bu uzun yıllar boyunca mücadelesiyle kendisini ispatlamış bir hareketin her anlamıyla onun hiyerarşik gücüne dayanarak bireysel ihtiraslar ve güç istencini zevkçe kullanmaktır.

Bugün, uzun yıllar birlikte faaliyet yürüten kadroların aynı anlayış tarafından görmezden gelinmesi ve kriminalize edilmesi, devrimci dayanışmanın içinin boşaltılmasına yol açmaktadır. Gerçek bir komünist örgüt, koşullar ne olursa olsun birliği ideolojik eksen üzerinden yeniden üretme iradesini taşımalıdır. Bu başarılamadığında yalnızca örgüt zayıflamakla kalmaz; aynı zamanda sınıf mücadelesinde de nitelikli bir geri çekiliş yaşanır.

Böylesi bir durumda, geçmişin sorunlarını halının altına süpürmek yerine yüzleşmek gerekir. Solmuş bir gülün dikenlerini sıkarak sürekli kan kaybetmeyi göze almak, stratejik bir kayıptan başka bir şey değildir.

Yanlış düşünce ve pratikler, yalnızca doğru çizginin kararlılıkla uygulanmasıyla düzeltilebilir. Devrimci önderlik, parti dışına çıkmış güçleri kriminalize etmek yerine, onları yeniden doğru çizgiye kazandırma sorumluluğunu üstlenmelidir. Hatta bu kadrolar geçmişte belli ölçülerde yanlış savrulmalar yaşamış olsalar dahi, temel yaklaşım onları dışlamak değil; kendi saflarına yeniden kazanmak yönünde olmalıdır. Bu kazanım, ancak önderliğin kendi hatalarına da eleştirel bir bakış geliştirmesiyle mümkündür.

Ancak mevcut önderlik çizgisi, bu öz eleştirel yaklaşımı gündemine almamakta ve almaya da niyetli görünmemektedir. Bu durum, sınıf çıkarlarından kopuşu beraberinde getirmekte ve örgüt içerisinde karşıtlıkları besleyen antagonist bir yaklaşıma zemin hazırlamaktadır. Bu yaklaşım, yalnızca politik olarak değil, aynı zamanda ideolojik düzeyde de süreci çıkmaza sürüklemektedir.

Geçmişte “uzlaşmaz çelişki” olarak sunulan birçok çatışma, bugün geldiğimiz noktada sınıf mücadelesi içerisinde ne denli sığ ve metafizik kaldığını ortaya koymaktadır. Yıllar boyunca birbirine “darbeci” diyen güçlerin bugün sınıf çıkarlarının esasına dayalı birlik arayışına yönelmesi, bu eski kategorilerin geçerliliğini yitirdiğini açıkça göstermektedir. Buna rağmen, mevcut anlayış aynı çizgide ısrar ederek tali çelişkileri baş çelişki gibi sunmakta; böylece diyalektik materyalizmin temel ilkelerinden uzaklaşmakta ve idealist bir noktaya savrulmaktadır.

Bugün bir hareketin yöntem ve tarzı artık savunulamayacak bir duruma gelmişse; bu yalnızca karşı tarafın hatasından değil, aynı zamanda kendi içinde geliştirilen antagonist yaklaşımların sonucudur. Parti dışına çıkmış güçleri kazanmak yerine onları düşmanlaştırmak ve kriminalize etmek, politik yenilgiyi daha da derinleştirir. Oysa esas olan, bu güçlerin varlığını tanımak ve onlarla eleştirel bir ilişki kurabilmektir.

Bu bağlamda, doğru yaklaşımın sergilenmediği ya da sergilenmek istenmediği koşullarda; ortaya çıkan yanlış tarz ve yöntemler, kaçınılmaz olarak siyasi süreci daha da karmaşık bir hâle getirir. Bu durumda, teşhir yöntemi her ne kadar dışsal bir saldırı biçimi gibi gösterilse de meşru bir araç hâline gelir.

Bu durumun gerçekleşmesi tek taraflı olmayacağını dillendirmeye gerek yoktur. Şayet siz doğru bir zeminde konuyu ele alamazsanız. Bu teşhirde sizin de ortak olduğunuz anlamına gelir. Veya bu teşhir durumundan çıkarınız var demektir.

Uzun yıllar boyunca parti için mücadele eden insanların, bugün birbirine selam vermeyecek noktaya getirilmesi; karşılıklı olarak tiksinti duyan bir ilişkiler biçiminin ortaya çıkması, mevcut çizginin doğrudan ürünüdür. Ayrılan ya da dışarıda kalan güçlerin bir anda “hırsız”, “şaibeli” ya da “dolandırıcı” olarak tanımlanması; bu kişilere ilişkin geçmişte böyle bir algı yokken, bugün neden böyle bir etiketleme yapıldığını sorgulamayı gerektirir. Bu türden bir söylem, politik bir zeminden çok psikolojik bir linç atmosferi yaratmaktadır.

Kitlelerin birbirine karşı fiziksel şiddete yöneltilmesi, yalnızca kişisel düşmanlıkların değil, aynı zamanda yönetsel anlayışın da ürünü hâline gelmektedir. Bu çizgi, devrimci dayanışmayı tahrip etmekte ve kolektif hafızayı parçalamaktadır.

“Son olarak, İbrahim Kaypakkaya’nın ‘Saflarımızdaki sol oportünizm, sağ hatalarımızın cezasıdır’ başlıklı yazısının bugün hâlâ taşıdığı güncellik dikkat çekicidir. Okurlarımıza bu yazıyı dikkatle okumalarını ve üzerinde düşünmelerini öneriyoruz.”

Görsel:Iwan Konstantinowitsch Aiwasowski

Scroll to Top