NEHİRDEN DENİZE ÖZGÜR FİLİSTİN SLOGANI ÜZERİNE

Yazan: Nicolas Dimitris

Bilimsel sosyalistler, akış ve oluş içerisindeki tüm şeylerde olduğu gibi ulusal sorunu ve ezilen ulus mücadelelerini de somut koşulların tahliline dayalı olarak tarihsel materyalist bir temelde ele alırlar. Bu metodolojik temeldeki bilimsel yaklaşım, ulusların ortaya çıkışını, gelişimini ve sömürgeciliğin tarihsel bağlamıyla ezilen ulusların hak mücadelelerini ele alırken bunları, tarihsel koşulları gözeterek somut sınıf mücadelelerinin ve üretim ilişkilerinin iç içe geçmiş akışı içerisinde değerlendirmeyi temel alır. Bu yazının ana konusu, ulusların kendi kaderini tayin hakkına dair bir perspektif oluşturma noktasında geniş bir yazınsal ürün ortaya çıkarmak olmadığı için esasta yoğunlaşılan nokta başlıkta ifade edilmek istenen öz olacaktır.

Yeni olmamakla birlikte, güncel süreçte yaşanan Filistin’e yönelik yoğun saldırı ve işgal pratikleri şahsında yapılan meşru ve haklı eylem pratikleri içerisinde sosyalist tandanslı kitle hareketlerinde açığa çıkan bir yanlış yaklaşım-söylem durumu yaşanmaktadır: “Nehirden denize özgür Filistin” sloganı.

Esasta Filistin’e yönelik işgal pratiği, Siyonist İsrail Devleti’nin kuruluş DNA’sı olmakla birlikte meseleyi salt devlet erki olgusu üzerinden ya da salt Yahudi inancını baz alarak yorumlamak ve bilhassa da Yahudilik ile Siyonizm ayrımını silikleştiren pratiklere imza atmak, ulusların kendi kaderini tayin hakkı noktasında sübjektif yanlışa düşmek elbette ki Yahudi halk kitlelerine karşı sorumlu bir pratik olmaz ve bilimsel sosyalistlerin metodolojik yaklaşımına içkin bir değerlendirme de olamaz. Marksist epistemolojinin bilimsel gözlem ve analiz perspektifi ile somut nesnel realiteyi referans almak tüm meselelerde olduğu gibi Filistin konusu özelinde de üstlenilmesi gerekilen en temel bilimsel sosyalist yaklaşımdır. Bu bağlamda, Filistin mücadelesi nezdinde açığa çıkan “Nehirden denize özgür Filistin” sloganı, yalnızca bir politik ifade değil, aynı zamanda ulusların kendi kaderini tayini ilkesi etrafında somut tarihsel gerçeklerle çelişip çelişmediği üzerinden ele alınması gereken bir slogandır.

Sloganın asli çerçevesi aslında Ürdün Nehri’nden (Şeria Nehri) Akdeniz’e kadar uzanan bölgede tek bir Filistin Arap devletinin kurulmasını ve Yahudilerin devlet olma hakkının ortadan kaldırılması perspektifi ile çizilmiştir. Sosyalist çevreden dinci-gerici oluşumlara kadar geniş bir kesimin kullandığı bu slogan, öz itibari ile taşıdığı anlam bakımından, Yahudi dinine mensup kesimlerin bölgede devletleşme biçimini yok saymayı içerir. Bilimsel sosyalistler, Lenin’in ulusal soruna dair sunduğu temel ilkelerden hareketle, her ulusun devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkını tanır ve koşulsuz şekilde uygulanmasına olanak sağlar.

Tarihsel olarak Yahudi halkının Filistin topraklarında devlet kurma süreci, Hitler faşizminin barbar katliam pratiklerinin öncesine, 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan Siyonist harekete dayanır; Theodor Herzl’in öncülüğünde şekillenen bu hareket, Yahudilere Filistin topraklarında bir “ulus-devlet” kurmayı hedefliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve özellikle İngiliz sömürgeciliği döneminde, Avrupa’dan gelen Siyonist yerleşimciler aracılığıyla Filistin topraklarında sistemli şekilde toprak satın alımları yapıldı; kimi zaman büyük Arap toprak sahiplerinden, kimi zaman aracılar yoluyla alınan bu topraklar, yerel Filistinli köylülerin yerinden edilmesine yol açtı. 1917’deki Balfour Deklarasyonu ile İngiltere, Yahudilere Filistin’de bir yurt kurulmasını destekleyeceğini ilan etti ve böylece uluslararası düzeyde Siyonist projeye ilk resmi destek verilmiş oldu. 1930’lar boyunca Avrupa’da yükselen antisemitizm, Yahudi göçlerini hızlandırdı, ancak Filistinliler bu demografik değişime ve toprak kayıplarına karşı direnişe geçti. 1947’de Birleşmiş Milletler’in Filistin’i Arap ve Yahudi devletleri olarak bölme planı Araplarca reddedildi, fakat Siyonist liderlik bunu kabul ederek 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’ni ilan etti; bu ilan, Nakba (Felaket) olarak bilinen ve yüzbinlerce Filistinlinin yerinden edilmesiyle sonuçlanan bir savaşın da başlangıcı oldu.

Siyonist hareketin emperyalist destekle şekillenmiş yönlerine rağmen, UKKTH açısından baktığımızda niteliğinden bağımsız nesnel olarak bir Yahudi dinine mensup ulus-devletin maddi temeller üzerinde örgütlenmesi ve ulusal bir devlet inşa etmesi de aslında bir ulusal kendi kaderini tayin etme biçimi olarak ele alınmalıdır. Burjuva sınıf yapısının karakteri gereği her burjuva iktidar esasen bir sınıf diktatörlüğüdür ve faşist-katliamcı politik pratikler üretmesi onun nesnel doğası gereği her zaman oluşabilecek bir realitedir. Bu bağlamda konu özelinde de İsrail Devleti’nin katliamcı pratikle özdeşleşen bir yapısallığa da burjuva egemenlik ilişkilerinden dolayı hasıl olması bilimsel sosyalistlerin sonuna kadar karşısında mücadeleci bir pratikle konumlanacağı bir durumdur.

Dünden bugüne Filistin özgülünde, Filistin halkının haklı ve meşru direnişini sahiplenirken kapitalist de olsa kendi sınıf yapısıyla, üretim ilişkileriyle ve tarihsel sürekliliğiyle bir ulus-devlet gerçekliği olan Yahudi yaşam alanının tümüyle ortadan kaldırılmasını hedefleyen ya da bu muhtevaya açık kapı bırakan, Yahudi halkının devlet olma iradesini çiğneyecek yaklaşımlara tekabül eden slogan ve söylemler, Yahudi halkının kendi kaderini tayin hakkını yok sayan bir yaklaşıma düşer. İsrail Devlet’i Siyonist yapısı ile bilimsel sosyalistlerin yıkıcı bağlamda doğal bir hedefi olmakla birlikte, Yahudilerin ayrı devlet kurma hakkı da UKKTH perspektifi zemininde dikkatle gözetilmesi gerekilen bir konudur.

Lenin’in Bund (Yahudi İşçi Birliği) ile yaşadığı örgütsel ve Yahudi ulus devleti konusundaki ideolojik tartışmalara tarihsel örneklik açıdan baktığımızda, Bund, Yahudi proletaryasının özgül koşullarından yola çıkarak parti içinde özerk örgüt yapısını savunmuş, bu taleple kendi kimliğini merkezi parti organlarında temsille güvence altına almak istemiştir. Lenin, bu yaklaşımı açık biçimde reddetmiş ve Bund’un taleplerini sınıf mücadelesinin nesnel ve tarihsel gerçekliğinden kopukluğu üzerinden eleştirmiştir. Lenin’e göre, partideki tüm bileşenlerin merkeziyetçi bir yapı altında örgütlenmesi gerekirken, Bund’un özerk örgüt talebi hem örgütsel disiplini zedelemekte hem de sınıf mücadelesini ulusal ayrımlar temelinde ayrıklaştıran bir sapma yaratmaktaydı. Lenin, (o dönemdeki ifadesiyle) sosyal-demokrat programın genel ve ortak talepler üzerine kurulu olduğunu, bu taleplerin yerel, ulusal ya da kültürel farklılıklar ışığında pratikleştirilmesinin ise teknik bir mesele olduğunu savunmuş; bu nedenle Bund’un öne sürdüğü gibi özel bir programatik özerkliğin nesnel gerçekliğe uygun olmadığını savunmuştur.

Bu süreçte Lenin’in Bund’a yönelik Yahudi ulus-devleti talebine dair eleştirileri, dönemin tarihsel ve sosyo-politik koşulları bağlamında değerlendirilmelidir. Yahudi topluluğu, 20. yüzyıl başlarında modern ulus-devlet biçiminde siyasal bir örgütlenmeye sahip olmayan, farklı coğrafyalara dağılmış bir etno-dinsel grup olarak varlık göstermekteydi; buradan hareketle Yahudilerin ulus olarak tanımlanmasının bu nesnel durum bağlamında teorik olarak uygun olmayacağını savunuyordu.

Ayrıca Lenin’in bu yaklaşımı, Yahudilerin siyasal kurtuluşunun, ayrı bir ulusal devlet çatısı altında değil, yaşadıkları ülkelerdeki işçi sınıflarıyla birleşerek yürütülecek devrimci mücadeleler yoluyla mümkün olacağı inancına da dayanmaktadır. Yahudi halkının o dönemde ulusal bir topluluk değil, bir etnik grup olduğu vurgusu da yine o dönemde bir ulus-devlet kimliğine sahip olunmaması üzerinden okunmalıdır. Bilimsel sosyalistler için esas görev, bir ulusu başka bir ulus üzerinde egemen kılmak değil, ulusal ezilme biçimlerini ortadan kaldırarak halkların eşit haklarla, gönüllü temelde bir arada yaşayabileceği bir politik perspektif üretmektir. Lenin bu noktada “proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir” diye belirtiyordu (Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, 1914). Dolayısıyla Lenin’in Yahudi ulus-devleti fikrine karşı çıkışı, ulusların kendi kaderini tayin hakkına ilkesel bir itirazdan değil, Bund’un bu hakkı sosyalist mücadelenin önüne koymasından ve işçi sınıfı birliğini zayıflatacak bir ayrışmayı teşvik etmesinden ve aynı zamanda o dönemde Yahudilerin zaten Avrupa’da tek bir ülkede değil, birden fazla ülkede yer alması durumundan kaynaklanmaktadır. Lenin’e göre Bund’un gerçek görevi, Yahudi işçileri ayrı bir ulusal kimlik temelinde değil, tüm Rus proletaryasıyla birleşik bir sosyalist mücadele temelinde örgütlemektir.

Lenin sonrası Stalin döneminde, Sovyetler Birliği’nin ilk başlarda Siyonist hareket (bilhassa Stalin’in ideolojik çerçevesinde) burjuva milliyetçiliğinin bir biçimi olarak değerlendirilmiş, Yahudi halkının Filistin’e Siyonist proje ile bir devlet kurulması doğrultusunda göçlerinin gerçekleşmesi lehine sürece destek verilmemiştir. Bu yaklaşım dönemin genel konjonktürü ile ele alındığında ve Siyonist hareketin niteliğini nesnel olarak ele aldığımızda elbette doğru bir yaklaşımdı. Bu bağlamda Sovyetler, Filistin’e göç eden Yahudileri de desteklemedi ve bu yaklaşım kendisini, Sovyetler içinde kurulan Birobidzhan Yahudi Özerk Bölgesi gibi uygulamalarda da göstermiştir. Daha sonrasında ise Filistin’de İngiliz sömürge yönetimine ve Siyonist göçlere karşı başlatılan Arap isyanı, Sovyetler tarafından bir anti-emperyalist halk hareketi olarak görüldü. Ancak doğrudan destek sağlanmadı; çünkü Sovyetler, özellikle yaklaşan 2. Paylaşım Savaşı bağlamında Almanya’ya karşı denge arayışı doğrultusunda bir politika izliyordu ve İngiltere ile kurulacak savaş cephesi birliğinden dolayı ilişkilerini germek istemiyordu.

Ancak İkinci Paylaşım Savaşı sonrası oluşan uluslararası dengeler içerisinde, Stalin, öncelikli politikası her iki taraf için eşit haklara sahip birleşik federatif Arap-Yahudi devletinin kurulmasıyken, daha sonra Sovyetler’i taktiksel bir manevrayla 1947 yılında Filistin’in Yahudi ve Arap devletleri olarak ikiye bölünmesini öneren Birleşmiş Milletler’in 181 no’lu planını desteklemeye yöneltmiştir. Stalin’in bu kararı, esasen genel enternasyonal anlayışındaki hatalı yöneliminin bir sonucu olmakla birlikte Yahudiler özelinde bölgede yeni bir ittifak oluşturmayı hedefliyordu. Bu bağlamda İsrail’in kurulmasında, Siyonist hareketi emperyalizmden kopartma ve emperyalist odakların etkisini zayıflatma temelinde İsrail’e dolaylı silah desteği dahi sağlanmıştır. Fakat Siyonistlerin, tutumu kuruluş temelinde olduğu üzere emperyalist kutuptan yana olmuştur. Akabinde 1950’lerin başında Sovyetlerde İsrail karşıtı propaganda yoğunlaşırken, iç politikada Yahudi entelektüellere ve kurumlara karşı baskı ve tasfiyeler de gerçekleştirildi.

Tüm bu Stalin dönemi süreci ele aldığımızda, dönemin Filistin politikası, ilkelerden ziyade reelpolitik hesaplarla biçimlenmiş; nesnel gerçeklik doğru ele alınmadığı gibi kısa vadeli taktiksel hamlelerin birbirleri ile çelişmesi ile süreç, uzun vadeli bilimsel sosyalist stratejik bir yönelime evirilememiştir. Bu da Filistin ve Yahudiler konusunda, tarihsel temelde bilimsel sosyalistlerin eleştirel olarak sonuç çıkartması gereken bir süreçtir. Nasıl ki anda mevcudiyetini ulus olmanın tüm biçimleri ile sürdüren Yahudi yaşam alanının tümden reddi nesnel gerçekliği doğru ele alan bir yaklaşım değilse; Stalin dönemi, Siyonist İsrail’in kurulması noktasında doğrudan karşıt temelde yer almak yerine, cılız çıkarlar odağında ilkesel duruşun tasfiyesine uzanan bir dış politika çizgisi izlemek de dönemin nesnel realitesini doğru okuyan bir yaklaşımın ürünü değildir.

Bir diğer konu ise İsrail Devleti’nin Siyonist proje niteliği ile işgalci bir devlet olarak ele alınması bağlamında “İsrail işgalcidir, dolayısıyla Yahudilerin Ortadoğu’da devlet kurma hakkı yoktur” gibi kategorik bir yargı ile meseleye olan yaklaşımdır. Bu yaklaşım, İsrail Devleti’nin kuruluş süreci açısından hakikati içerse de güncel konjonktürde bakıldığında ulus olmanın tüm süreçlerini uygulayan mevcut Yahudi yaşam alanı realitesinden dolayı ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile çelişmektedir. Ulus tanımına dair birçok akademik tanım olsa da ulus, tarihsel olarak toplumların belirli bir dönüşüm evresinde (özellikle kapitalizme geçiş sürecinde) ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik bir fenomendir. Bu bağlamda ulus olgusu; iç pazarın bütünleşmesi, ulusal sınırlar içinde ekonomik birliğin sağlanması ve diğer toplumsal yapılarla rekabet etme zorunluluğu gibi kapitalist toplumun kendine özgü dinamikleriyle şekillenir ki bu bağlamda, ulusal kimlik de egemen sınıfın tarihsel ihtiyaçlarına hizmet eden ve onunla sınırlı bir süreklilik taşıyan bir bilinç biçimidir. Nitekim bu yapı Yahudi yaşam alanında mevcuttur. Bu nedenle, Yahudilerin ulusal birliği olamaz yönündeki bakış açısı da güncel süreçte nesnel realiteye uygun bir bakış açısı değildir.

Bununla birlikte, İsrail Devleti’nin kuruluş sürecinin, yüzbinlerce Filistinlinin zorla yerinden edilmesi, çok sayıda köyün yakılıp yıkılması ve sivillere yönelik katliamlar gibi ciddi insanlık düşmanı pratiklere dayandığı en temel hakikat olmakla birlikte bugün açısından bakıldığında da yine İsrail, Filistin halkına yönelik aynı uygulamaları, Siyonist ideoloji temelinde meşrulaştırmaya devam etmekte ve ABD başta olmak üzere emperyalist devletlerin koşulsuz desteğiyle hareket etmektedir. BM Güvenlik Konseyi (BMGK) 22 Kasım 1967’de aldığı 242 sayılı kararla İsrail’in Altı Gün Savaşı’nın ardından işgal ettiği topraklardan çekilmesini istediğinde ve BMGK, 22 Ekim 1973 tarihli 338 sayılı kararında da bu çağrısını yinelediğinde, emperyalistlerin tam desteğini alan Siyonist İsrail Devleti, elbette sınıf karakterinin bir gereği olarak günümüzde de Siyonist temelde saldırılarını devam ettiriyor.

Ancak bu tarihsel ve güncel gerçeklikler, Filistin topraklarında bugün yaşayan Yahudi halkının ayrı yaşam bölgesi kurma haklarının tümüyle reddedilmesini meşrulaştırmaz. Böyle bir yaklaşım, Yahudi halkını Siyonizm bağlamında homojenleştirir; bilimsel sosyalistler, hiçbir halkın, bir başkasının tarihsel mağduriyetine dayalı olarak ulusal haklarının yanlış söylemler ile göz ardı edilmesini istemez, bu konuda dikkatli davranmakla sorumludurlar. Dolayısı ile “Nehirden denize özgür Filistin” söyleminin, pratikte Filistin’in tümünde yalnızca bir ulusun egemenliğini (Filistin Arap Devleti) çağrıştırdığı ölçüde, bu söylemdeki durumun somutlaşması halinde, ezen-ezilen ulus bağlamında şiddet üretiminin sürekliliği farklı roller ve biçimlerde devam eder. Bilimsel sosyalistler açısından çözüm, ne Yahudi burjuvazisinin mevcut Siyonist devlet yapısının savunulmasıdır, ne de Yahudi halkının varlığının inkarıdır. Sorun ekseriyetinde en köklü çözüm, iki halkın da eşit haklarla yaşayacağı, emperyalist boyunduruktan arındırılmış, sınıf esaslı bir sosyalist cumhuriyetler birliği temelinde mümkündür.

Elbette Filistin halkının ulusal kurtuluş mücadelesi tümüyle meşrudur ve desteklenmelidir ancak bu mücadelenin hedefi, başka bir ulusun kendi kaderini tayin hakkına gölge düşürecek yaklaşımlarda bulunmak değil, her iki halkın eşitliğini güvence altına alan sosyalist cumhuriyet formunda devrimci bir çözüm olmalıdır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusun kendi geleceğini belirleme özgürlüğüdür ve gerektiğinde mevcut devletten ayrılarak bağımsız bir ulus-devlet kurma hakkını da kapsar. Bu hak, tarihsel olarak kapitalist döneme özgü bir burjuva-demokratik haktır. Ancak sosyalist bakış açısı bu hakkı yalnızca tanımakla yetinmez; onun gerçek anlamda uygulanabilmesi için aktif bir mücadele yürütülmesini savunur. Dolayısıyla bu tür sloganlar, anti-emperyalist bir içerik taşıyor görünse de eğer Yahudi halkının ulusal varlığını ve haklarını tümden dışlayan bir içerik taşıyorsa, bu durum bilimsel sosyalist ilkelerle çelişir. Sosyalistler, ezilen halkların mücadelesini desteklerken, aynı zamanda ulusal çatışmaları proletaryanın birleşik mücadelesi lehine aşacak programlar üretmekle yükümlüdür.

Scroll to Top