ÖNDERLİK ATEŞLE SINANIR

Yazan: Abidin Demir

Yeryüzünün en kavurucu ateşi, içimizde bir kor gibi taşıdığımız öfkemizdir. Ne zamanın huzur veren anları, ne de uzlaşmanın serin gölgeleri bu ateşi söndürebildi. Bu ateş, sözcüklerle değil, eylemle konuştu. Kaypakkaya’nın tutuşturduğu bu kor, yalnızca bir dönemin devrimci çizgisini değil, aynı zamanda gelecek kuşaklara emanet edilen devrimci bir vicdanı ifade eder. Bu, geri düşmeyecek, mülkün ve makamın ağırlığına boyun eğmeyecek bir ateştir. Bu ateş, yalnızca tarihe adını yazmakla kalmadı; aynı zamanda ardıllarına yanmayı, yakmayı ve külünden yeniden doğmayı öğretti. 

Fakat zamanın akışı yalnızca çelişkileri büyütmez; aynı zamanda sarsıntıya uğramayan yapıları da aşındırır. Bugün kendini geleneğin doğal mirasçısı olarak tanımlayan bazı kadrolar, mücadele hattını değil, oturdukları koltukların rahatlığını kutsamakta; mülksüzlerin safında değil, sahip olduklarını koruma telaşıyla hareket etmektedir. Oysa çok iyi bilinir: Mülk edinmek, devrimci iradenin değil, düzene bağlanmanın bir biçimidir. Zincirli bir el, özgürlüğün yolunu gösteremez. Ve zincirlerine alışanlar, o zincirleri kutsamaya başlarlar. 

Bir hareketin kökleri, mücadeleyle, bedelle, inkâr edilmemiş sorumluluklarla örülür. Oysa bugünün kimi önderlik taslayan yüzleri, bu köklere değil, konfor alanlarına sadakat duymakta, halka değil, kendi bireysel ikballerine önderlik etmeye çalışmaktadır. Bu bir sapma değil, doğrudan doğruya bir tasfiyedir. Ve bu tasfiye, yalnızca politik çizgiyi değil, devrimci ahlakı da içten içe kemiren bir hastalıktır. 

Kaypakkaya’nın yarattığı damar, hiçbir zaman masa başlarında çizilen stratejilerle, hizaya sokulmuş kadrolarla, yahut kelimeleri süsleyerek meşrulaştırılmış koltuk tutkularıyla beslenmedi. O damar, işkencehanelerde bile kırılmayan bir iradenin, zindanlarda filizlenen kolektif bir ruhun, söz ile eylemi birbirinden ayırmayan devrimci ahlakın damarından geçti. Bugün bu koru unutan, küllere bakıp yanan ateşi inkâr eden her tutum, tarihe değil tasfiyeye yazılmaktadır. Bu çizgiyi yeniden canlandırmak, o küllerden ateşi tekrar doğurmak, bize düşen en asli görevdir. 

Bu çizgiyi hatırlatan isimlerden biri Cafer Cangöz’dür. Onun yaşamı, devrimin ne olduğunu anlatan süslü konuşmalarla değil, bizzat yaşanmış bir iradeyle yazıldı. En zor anlarda bile geri adım atmayan, her koşulda yoldaşlarını yalnız bırakmayan, siper arkadaşlığını en yüce bağ haline getiren bir mücadele insanıydı. Onun sessizliği, bağıran yalanlardan daha güçlüydü. Onun sadeliği, bugünün gösterişli söylemlerinden daha derindi. Bugün kimi önderlerin dillerinde dolaşan sahte özgüven, Cafer’in bir bakışı kadar gerçek değil. Onun mütevazılığı ve inatçı kararlılığı, devrimci ahlakın en yalın tarifidir. 

Ve Cüneyt Kahraman… O yalnızca bir savaşçı değil, aynı zamanda kelimeleriyle kavga eden bir şairdir. Onun dizelerinde, burjuvazinin suratına inen tokat gibi bir netlik, siper kazmış bir halkın haykırışı vardır. Şiiri, bir ajitasyon aracı değil, bir bilinç çağrısı olarak kullanır. Sözcükleri, kurşun gibi ağır, inat gibi keskindir. Hatırlayalım o dizelerini: 

Ama sağ göğsümdeki yaram üzerine yemin ederim ki,
Evlat acısıyla kavrulan ananın gözyaşı üzerine,
İsyankâr bakışlar ve göğe varmış başlar üzerine,
En son sırtımda taşırken, sıcak nefesini hissetmediğimden,
O’nunla beraber öldüğüm ve
Ağırlaşmasına rağmen indiremediğim,
“Öldü” diyemediğim,
Kurşunla parçalanmış yoldaşım üzerine,
Napalmın, gazın kavurduğu bebenin,
Hayata küskün, güzelliğine düşman eli değmiş Kürt kızının dirilişi üzerine,
Nasıl yargılandıysa ihanet ve teslimiyet,
Aynı öyle sorgulanacaktır bu umarsızlık…


Bu dizeler bir bireyin iç sesi değil; bir halkın hafızası, bir kavganın dili, bir kuşağın hesaplaşmasıdır. Cüneyt’in her mısrası, ölüme göz kırpan bir kararlılığın, hiçbir koltuk sevdasına boyun eğmeyen bir yürüyüşün izini taşır. 


Bugün, tasfiyeciliğin, bireysel hesapların ve devrimci ahlaktan uzaklaşmış anlayışların karşısında, Caferleşmek ve Cüneytleşmek zorundayız. Her biri, kendi alanında devrimci çizginin farklı cephelerdeki tezahürleridir. Bir masa başında şekillenen önderliklerin değil; toprağın çatlağından, halkın içinden, yoldaşın omzundan doğan devrimlerin ardında yürümeliyiz. Çünkü mülkün ve makamın ağırlığını sırtlayanlar bu devrimi taşıyamaz. Bizim sahip olduğumuz tek şey zincirlerimizdir. Ve onları kırmak için bir an bile tereddüt etmeyeceğiz. 


Önderlik, yalnızca bilgiyi, yetkiyi ya da gücü değil; en çok da ahlaki sorumluluğu üstlenmeyi gerektirir. Ahlaki olarak tükenmiş bir önderlik, ne kadar bilgili olursa olsun, devrimci değildir. Çünkü devrimci olmak, yalnızca doğruyu bilmek değil, o doğruyu yaşayabilmektir. Bizler, o doğruda ısrar ettikçe, o kor ateş hep yanacak. 


Ne mülk, ne makam, ne de koltuk… 


Bizim sahip olduğumuz tek şey, zincirlerimizi kıracak bir iradedir. 


Ve biz o iradeyi kuşanarak yürüyoruz! 

Scroll to Top